ulasbey facebook ulasbeyin futbol damari »

30 Nisan 2009 Perşembe

dinle.




“Dinlemek” eyleminin Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre dört tane anlamı var: 1. İşitmek için kulak vermek, şarkıya kulak vermek 2. Birinin sözünü, öğüdünü kabul edip gereğince davranmak. 3. Kulakla veya dinleme aletiyle hastayı muayene etmek. 4. Uymak, baş eğmek, itaat etmek.
Ama benim şu anda anlatacağım bunların hiçbiri değil. Biraz hissel bir anlatım deneyeceğim, bakalım olacak mı?
Sevmek denir bazen hani, aşk denir. Bir insanın başka bir insana karşı, karşı koyulmaz cinsel dürtülerinden yola çıkarak betimlenebilecek ya da betimlenemeyecek duygu silsilesidir bunlar ama benim için cinsel dürtülerden ziyade bu kelimeler dinlemek ile açıklanabilir. Bir insana âşık olup olmamayı(kimseye kullanmasam da “aşk” kelimesini) anlamak için en özel şeydir dinlemek. Bazı karşı cinsler(çarpık ilişkileri bilemem benim ilgim karşı cinslere) vardır, anlata anlata bitiremezler mesela. Sesi bir yerden sonra katlanma seviyesinin üstüne çıkıyorsa bilirim ki ona karşı hiçbir şey hissetmiyormuşum. Çünkü onu yanımda gezdirmekten, dış güzelliğiyle çevremde itibar sağlamaktan başka hiçbir şey yokmuş bilinçaltımda fakat dediğim gibi bilinçaltımda olmuştur her şey. Bunun farkına ona katlanamamaya başladığım anlarda varırım. Yani “şu hatunla sevgili olursam büyük sükse yaparım” diye kimseye gitmem, sonradan anlaşılır vaziyet.
En başta da dedim, şarkı dinlemekten bahsetmiyorum yani karşımdaki insanın opera sanatçılarına taş çıkartacak bir sesi olması değil arzum, dedim ya hissel bir şey.
Az konuşan insanlara karşı da hissedilebilir bu, normaldir. Çünkü konu ne anlatım şekli ne ses tonu ne ses rengi ne de anlatılanlardır. Aşktır asıl mesele. Aşkın da o sahte, duyulduğu sanılan hissiyatı veya yalan “seni seviyorum”lar tarafı değil; fark edilen aşk.
Birini çok özlersin, gözünde tüter bir zaman sonra da yanında biter ve mutlusundur ama ne o seni dinliyordur ne de bir şeyler anlatıyordur. En başlarda fark etmezsin, durursun öyle; sarılırsın, öpersin vs… Bir süre sonra bu konunun farkına varırsın, çok fazla odun veya gösteriş budalası değilsen. Dibe gider ilişki ve kaçınılmaz son ayrılıktır.
Çok zaman geçer aradan belki. Biri çıkar karşına, onun gözlerine bakar ve içinden geçenleri anlarsın. Onun gözlerine bakıp o gözlerin gördüğü her şeyi bilmek istersin, anlatırsa mest olursun. O zaman durup düşünür “Lan bundan öncekilerde ben neye tutulmuşum ki, asıl sevgi bu, ben bu insanı dinlemeyi seviyorum” dersin. Ama bu sefer de o senin gözlerinin gördüklerini, hislerinin yoğunluğunu hafife alır ve terk edilirsin: hazin son.
En sonunda biri çıkar belki karşına. Seni dinlemeyi seven, senin de dinlemeyi sevdiğin biri olur bu karşına çıkan. İşte o an gerçek aşkı bulursun. Anlatılanlar, anlatılacaklar bitmez. Anlarsın ki dinlemek her şeyin en önemli anahtarıymış. Dinlediğin gözler sana yabancı olmaz, dinlenen gözler de ona yabancı değildir. O gerçektir ve artık bitmeyecektir…


şubatikibindokuz

gülümse.



- Günaydın sevgilim.
- Günaydın canım.

Erdem uyandı. Sol tarafına bakar bakmaz yine yüzünü o gülümseme kapladı. Beste’nin aşık olduğu o gülümseme.

Saat 9:30du. Bir yıla yakın bir süredir işsizdi. Ailesinin ona gönderdiği parayla yaşıyordu. Sahi, ona neden para gönderiyorlardı? Eli ayağı tutuyordu, bir işe girebilirdi. Son işinden neden ayrıldığını da bilmiyordu, hatırlamıyordu. Çok da kafa yormuyordu bunlara.

Mutfağa gitti ve kahvaltı hazırladı. Bu inceliği Beste için yapmayı seviyordu. Gerçi Beste pek bir şey yemiyordu, sadece ona bakıp onunla konuşuyordu ama bu yeterdi Erdem’e. Onu sevdiğini biliyordu.

Son bir sene içinde işiyle birlikte birçok şeyden kopmuştu. Neredeyse hiç dışarı çıkmıyordu. Bu yüzden de pek arkadaşı kalmamıştı çevresinde. Sadece Cenk vardı o da pek arayıp sormazdı. Geçmişi düşünüyordu ama hafızasındaki görüntüler çok bulanıktı. Yormadı yine kendini.

Oturdular kahvaltı yaptılar Beste’yle. Biraz sohbet ettiler çokça da bakıştılar. Aşk kelimeleri söylüyor aşk cümleleri kuruyorlardı usulca. İkisi de andan zevk alıyor gibiydi.

Kahvaltıdan sonra odada oturdular. Baktılar birbirlerine uzun uzun. İkisi de delmek istemedi sessizliği. Sustular ve izleştiler hayranca. Erdem yine gülümsüyordu.

Erdem markete gidiyordu. Günlük gazetesini ve yiyecek birkaç şey alarak döndü eve. Beste’yi göremedi. “Muhtemelen yürüyüşe çıkmıştır.” Dedi kendine ve gazetesini okumaya koyuldu. Tam gazetesini okurken telefon çaldı. Pek duymuyordu bu sesi, garipsedi. Kalkıp baktığında ekranda Cenk yazıyordu. Cevapladı :
- Abi nerdesin sen?
- Evde.
- Bugün bi görüşebilir miyiz?
- Yine aynı mevzuu mu Cenk?
- Abi bi görüşelim yüz yüze. Hadi be!
- İyi, peki.
- Tamam abi yarım saat sonra seni evden alırım.
- Tamam.
- Görüşürüz.
- Görüşürüz.

Yarım saat olmuştu. Erdem hazırlanırken Beste hâlâ gelmemişti. Bu konuya çok takılmadan çıktı evden.

Cenk’in arabasıyla sakin bir köşeye geçtiler. Yolda aldıkları biraları açtılar ve muhabbet ettiler biraz:


- Ya oğlum n’apıcam ben mezarlıkta? Ne işim olur? Ne gösterecekmişsin orda?
- Erdem. Ne abi bu “zor adam” tripleri? Lütfen gidelim yarın. Hayatın için önemli bir şey bu.
- Ne tribi ya? Ayrıca benim hayatım Beste. Onun dışında önem yok benim için.

Cenk duraksadı. Gözyaşını içinde tutarak :

- Abi gidelim yarın lütfen. Hatırım için.
- Ne yapıcam orda ben söylesene? Havası bile kasvetli.
- Rica ediyorum abi senden. Sadece rica.

Erdem Cenk’in gözlerinin dolu dolu olduğunu görünce kabul etmek zorunda hissetti kendini. Neden gözleri dolmuştu ki Cenk’in? Aslında ilgilenmiyordu. Aklında Beste’si vardı çünkü şuan.

Eve vardıklarında hava kararmıştı. Cenk’i eve davet etti ama o çıkmadı yukarıya. Hiç kabul etmiyordu bu daveti.

- Neden çıkmıyorsun oğlum ya?
- Yok abi gidiyim arkadaşlar bekliyor.
- Hiç gelmiyorsun ama.
- Geliriz abi bi ara ayıp ettin. Ama şimdi acelem var.
- Peki o zaman görüşürüz.
- Görüşürüz abi yarın sabah. Kendine iyi bak!
- Sen de.

Eve girdi, Beste’yi gördü. Sarıldı sıkıca. Hiç konuşmadılar sadece dakikalarca sarıldılar. Sonra da yatakta yüz yüze dönüp bakışarak uyudular.

*******************************************************

Sabahın köründe Cenk’in telefonuyla uyandı. Geciktiğini fark etti. Yatağın solu boştu bu sabah. Beste duştaydı herhalde. Çabucak hazırlanıp çıktı. Çok uzun işleri olduğunu sanmıyordu.

Mezarlığın içinde önde Cenk yüzünden süzülen gözyaşlarını Erdem’e belli etmemek için arkasına bakmadan yürüyordu. Erdem de bezgin bir ifadeyle onu takip ediyordu. Cenk durdu. Tam önündeki mezara baktı, sonra da mezar taşına. Kendini toparlama çalıştı, gözyaşlarını sildi ve Erdem ‘e döndü.
- Abi n’olur kendine gel artık. Gerçeği görmen için geldik buraya. Bir yıldır ömrünü yedin bu yaşında. Yüzleşmeni istiyorum gerçekle çünkü yaşayan bir Erdem görmek istiyorum ben artık!

Mezarın önünden çekildi. Erdem mezar taşına bakakaldı.

BESTE DİNLER

25.11.1984 – 03.07.2007

Tam bir sene olmuştu. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı ve Beste’nin sözlerini hatırlardı : “Aşkım ne olursa olsun en zor anında bile gülümse. Gülümsemen aramızda bir bağlantı kuruyor sanki. Gülümsediğinde hissediyorum seni ruhlarımız iç içe geçmiş gibi…”

Erdem gökyüzüne baktı. Ve tam o sırada bir damla yağmur düştü alnına. Ve bir daha ve bir daha…

ikibinsekizdebiryazgünü

A.G.D.


Oda karanlıktı. Onur başına oturduğu piyanoda el yordamıyla notaları tutturup az önce yaptığı bestesini çaldı tekrar tekrar. Ezel dinliyordu çünkü, önemliydi.

Düşündü. Geçen yıllar vardı zihninde. O peşinde koştuğu, saçının telini “altından farksız” olarak lanse ettiği Ezel yanındaydı, hiç gitmeyecekti. Gözünün önünden hızla geçiyordu rezil oluşları. Ezel’in attığı kahkahalar ve her seferinde dudaklarından dökülen “hayır”lar hâlâ kulaklarındaydı… Ama o artık buradaydı, hiç kimse bunu değiştiremezdi.

İlk karşılaştıkları gün: Onur için bir yeniden doğuştu sanki. Ezel o gün onu fark etmiş miydi bilmiyordu ve sormuyordu. Kafasının üzerinde oluşmuş düşünce balonundan pek de hoş olmayan anılar geçmeye devam ediyordu. Ruhuna saplanan her bıçak tek tek aklına geliyordu Onur’un. Ezel’in “Sen ve ben çok farklıyız. Sana elbette değer veriyorum ama arkadaş olarak. Biz fikrini ancak arkadaş kalmak olarak tut aklında lütfen…”diye o naif sesiyle kulaklarında tınlatışının ardından hep daha çok sevmiş, daha çok bağlanmış ve aynı oranda da yara alır hale gelmişti. Ruhu kanıyordu.

O soğuk kış günü görmüştü Ezel’i. Yanındakine sarılıyor, onu öpüyor, o yıldız ışıltısından ödünç aldığı gülümseyişini hiç bozmuyordu. Gördükçe Onur eriyordu sanki. Daha da siyah oluyor daha da suskun kalıyordu içi.

Aynı gün, bugün: Ezel’i aradı akşamüstü. Davet etti, dostça konuştu. Bir şarkı yazmaya çalıştığını ve onun yardımına ihtiyacı olduğunu yani doğruları söyledi. Ezel de zevkle yardım edeceğini, yarım saate orada olacağını söyledi.

********************************************************************

Onur düşüncelerden sıyrılıp ışığı açtı. Yerde kanlar içinde yatan Ezel’e baktı. Gülümsedi usulca. Piyanonun başına geçti ve şarkısını tekrar çalıp söylemeye başladı:

Neden sustun?
Sözcüklerin ne güzeldi,
Ellerin siyaha boyanmış sanki
Gülümse.

Artık güçler dengede.

Sesim çıkmaz,
Sözcüklerim duyulmaz
Ellerim kanına bulanmış sanki
Gülümse.

Artık güçler dengede.

Benim gördüklerimi gördün mü sen de?
Benim duyduklarımı duydun mu sen de?”

Evet, artık güçler dengedeydi. O Onur’un ruhunu öldürmüş Onur da buna karşılık onun bedenini öldürmüştü. Piyanonun tuşları üzerinde kırmızı damlacıklar vardı…

Not: Başlık, kurgu ve şarkının sözleri Arın Kuşaksızoğlu’nun yazdığı bir Kül şarkısı olan “Artık Güçler Dengede”dendir. Arın Kuşaksızoğlu bir çizim yapıp ortaya koydu, ben de çizgileri taşırmadan o resmi boyamaya çalıştım.

Şarkıyı dinlemek için : www.myspace.com/kultr adresine girebilirsiniz.

otuzocakikibindokuz